DEVRİM HORLU’NUN “GÖLGELER ÇÜRÜRKEN”İ




DEVRİM HORLU’NUN “GÖLGELER ÇÜRÜRKEN”İ
Çağdaş şiirin “benlik” merkezi, şiirin yüzeysel yapısında değil derin yapısında bulunur. İmgeler, simgeler, göndermeler, sezdirmeler ve çağrışımların tamamını içine alan derin yapı, şiirin çözümlenmesinde şiire dair ipuçları veren önemli bir işleve sahiptir. Kelimeler bu noktada taşıdıkları anlamlar, etimolojileri, kullanım biçimleri ile bu çözümlemeye önemli bir katkı sağlar.  Şairin kendini merkeze alarak inşa ettiği kimlik çoğu zaman kuşağı ile paralellik gösterir, başka bir deyişle çağdaş şiirin izlekleri- mekanları hemen hemen birçok şairde birebir aynıdır. Bu benzerlikten şairi kurtaracak olan şey; kendi imge kurma kabiliyeti, anlatış biçimi, nesnelere yaklaşımı, özgünlüğüdür. Hüseyin Cöntürk Bir şairin dünya görüşü olmayabilir fakat kendisine ait bir dünyası olması zorunludur.” derken şairin özgünlüğünün kendisine kurduğu bu “özel” dünya içinden çıkabileceğini anlatır.
1988 doğumlu şair Devrim Horlu’nun 2017 Yaşan Nabi Nayır Şiir ödülünü kazanan, Varlık Yayınlarınca basılan ilk kitabı “Gölgeler Çürürken” yukarıda bahsettiğimiz gibi akranı şairlerle ortaklaştığı tema-izlek- mekânları kendi özgünlüğü içinde yeniden kurar.
Kitabın ismi şiirin temasına ilişkin ipuçlarını verir. Gölge, kelime anlamı olarak “Saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle ışıklı yerde oluşan karanlık” ve “Güneş ışınlarından korunacak yerdir. Jung psikolojisine göreyse; gölge insanın karanlık yüzünü ifade ederken, insanın içsel yolculuğuna başlayacağı yerdir. Kişinin gölgesi ile yüzleşmesini de “cesaretin ilk adımı” diye niteler. Çürüme ise “kimyasal değişikliğe uğrama, bozulma”, “vurulma ve sıkışma yüzünden oluşan morluk”, “temelsiz ve dayanıksız kalmak” olarak çeşitli anlamlarda düşünülebilir. Bu noktada kitabın isminin aslında şairin kurmaya çalıştığı ben merkezinin de bir izdüşümü olduğu düşünülebilir. Bunun yanında gölgenin insanı ürküten, korkutan, gizli olana dair bir çağrışımı da vardır. O halde Gölgeler Çürürken hem şairin kendisi ile yüzleşmesi hem de ondan gizlenen, korkutan, ürküten şeylerin artık çürümeye başladığı duygusunu uyandırır. Nitekim Taşların Ritmi şiirinde “bende herkesin bir yarası vardır” diyen şair şiirin ilerleyen dizelerinde “nar gibi kırılır,/ bin parça olur çoğalır kalbim” diyerek kendini taşla bir tutarak gizindeki gölgelerin kalbini bin parçaya ayırdığını imler. “Dalgaların köpüren beyaz etine” uzanan taşlar sürekli hareket halindedir, bu hareket “damağında zehir zemberek bir yosun” ile boğulmak, durulmak, soğumak isteyen harekettir.  Hareket aslında yaşamın devam ettiği yeri de imler “Her şeye rağmen sabırla bekledim yine de/ Yosun tutmadım” dizelerinin derin yapısında kalan su ve yosun tutmama hali şiirlerde suyun değiştirme –arıtma-temizleme kavramına karşı çıktığı “bekleme” noktasında içsel bir değişikliğe yol açmadığının da öznesidir. Şair bizi bu noktada gölgeleri neticesinde yaşadığı “dünyaya” götürür.
Kitap boyunca “dünya” çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Mevsim İki Kere İki şiirinde “Bağcığına basıp/Tepetaklak olan bir dünyanın/Ah’ı var üzerimizde” dizelerinde dünyanın bir yere gitme isteği içinde olduğu fakat beceriksizliği neticesinde tepetaklak olduğu ifade edilirken artık dünyanın başlama noktasının daha gerisinde olduğu ifade eder. Sonu İyi Bitmeyen Başı Hiç Olmayan şiirinde ise: “Dünya da dönmeye devam etti/Dünya döndü/Döndü ve gitti” der şair. Dünya pis, güneş ısıtmasa çirkin, eti kanatan bir bıçak, üşüten ve yirmi dört saat kendi etrafında dönerek soğuyan yorgansız bir döşektir şair için. Dünyanın kötüye gidişi tamamlanmıştır. Kitapta şiirlerin birinin ismi de “Dünyaya En Yakın Gezegen” ismini taşır. Kitap boyunca şair dünya ile yaşadığı sıkıntıyı içselleştirmiş ve en sonunda dünyanın kendisinin uzağında ve aleyhinde dönerek uzaklaşmasının ardından tamamen dünyanın uzağına yerleşmiştir. Bu tavır şairin kitap bütününde hissedilen “ötekileşme” temasının da bir neticesidir. “Sahi ben!/bu kazdığım mezara,/ dünyayı gömemiyor muydum?”
Ötekileşme ya da öteki son yıllarda hem sosyolojik olarak hem de siyaset, edebiyatta önemli bir kavram olarak karşımıza çıkar. Çağdaş şair için ötekileşmek bulunmaz bir kumaş gibidir, toplum, aile, sevgili, düzen ile çatışmaların aktarılacağı bir kanal olarak kullanacaktır onu şair. Dünyanın dışına itilecek, sevgili tarafından terk edilecek, dışlanacak ve şiirindeki “ben” kavramını öteki kimliği ile yeniden inşa edecektir. “Polisler beni yakaladığında/Hurafelerle dolu akıllarıyla/ kızdıklarında bana yaşlı teyzeler” diyen şair bu hali açığa çıkarır. Şair suç işleyen, kanunlara karşı gelen bir görüntü çizerken, toplumun artık eskidiğini düşündüğü değer yargıları ile çatışan bir ötekinin de ötekisidir, o artık ötekileşmiş üst kimliği tarafından da öteye itilmiş, dışlanmıştır. “Bir çift laf söylemem için birkaç küfür öğret” dizeleriyle de bu uyumsuzluk hali göze çarpar. Hurafeler, yaşlı teyzeler, iki çift laf etmek için küfür etme isteği ele alındığında kitap boyunca birçok defa mekân olarak seçilen gecekondu, varoş ya da getto kavramı kendini ele verir.
Sanayileşme ile başlayan kırdan şehre göç sosyo-politik hem de sosyo-ekonomik bir konudur. Türkiye’nin gündemine özellikle 1970’li yıllar ile birlikte giren gecekondu kavramı, Türkiye’nin fırtınalı yıllarının, siyasi kamplaşmaların da odağında bulunur. Gecekondu; gelir düzeyi, kültür seviyesi, kent kültürüne karşı kırdan getirdiği feodal ahlak yapısını muhafaza etmesi ile kötücül bir anlamda kullanılsa da çoğu defa bir onay makamı özelliği ile de göze çarpar.  Geniş kitlelerin, farklı etnik, dinsel, siyasi kimliklerin bir araya getirerek oluşturduğu bu yeni kültür hem bir tehdit hem de düzenin sürekliliğinin öznesi haline gelmiştir. Gecekondu bugün birçok kavramı etkileyen, değiştiren bir yapı ve kimliğe bürünmüştür. Sınıfsal olarak birbirine yakın insanların oluşturduğu bu havza aynı zamanda sosyolojik olarak ötekileşmenin merkezi haline gelmiştir.  Devrim Horlu şiirlerinde mekân olarak gecekondu kendini hem romantik bir biçimde hem de gecekondulu olmanın bir gereği olarak övünç nesnesi halinde işlenmiştir. Öteki kavramının izdüşümlerinden birisi de öteki olmakla kurulan övgüsel bağlantıdır. “Beni yüksek rütbeli şehirleri/kuşatır gibi avucuna alıyorsun” dizelerinde şehirlerarası farklılıklar imlenirken bir kuşatma hali göze çarpar. Şair gecekonduludur. “Sabahları/menemen kokan/bu fakir sokaklardan geçip/Sana yakışmaya geliyorum” dizelerinde “fakir sofralar” ve sevgiliye “yakışmak” istenci sınıfsal farklılıkları ele verir. “Dağılan Pazar yerlerinde bırakılan/çürük elmayı”…”yakası kir bağlamış gömlek”…”Kaç defa maviye boyandığı/çoktan unutulmuş demir kapı” sınıfsal farklılıkların işlendiği diğer dizelerdir.  Şair yaşantısında kullandığı eşyalara kayıtsız kalamayan, onların kullanımları ile kendini özdeşleştiren, kader birliği eden kişidir aynı zamanda. Taşlar Ve Avlular kitabımda “hiçbir şeye benzemez bir eşyanın/ sahibine olan yatkınlığı” demiştim, Devrim bu dizelerimi haklı çıkarırcasına “Rutubetli kömürlüklerde unutulan/isi temizlenmemiş/ soba boruları gibi sahibimi beklediğimi/söyleyemedim” diyor. Yazın gelişi ile birlikte işlevsiz hale gelen soba borularının bir sonraki kışa kadar sahibi tarafından bir köşeye bırakılması ile paralel bir yaşantı biçimi kursa da yazın gelişini simgeleyen sobanın kaldırılışı onun kışının başlangıcı oluyor. “kış gelip de ayakların üşüyünce/ kalkmak için müsaade istiyor/ cümlelerin benden” diyerek kitap bütünlüğü içinde ayrılığı kış mevsimi ile ifade ediyor.  Duvarları yeni boyanmış/eski evlerin yanından geçtim bugün” diyen şair devamında “ayakkabılarım sürekli çamurlu/Ceketim gün boyu ıslak/Ellerim habire terli” dizeleriyle hem mekânsal olarak hem de sınıfsal durumunun altını çiziyor.
 Kitabın ilk sayfalarında İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış şiirleri izlek olarak bir aşk hikâyesinin ömrünün kodlanmış hali oluyor. İlkbaharla başlayan aşk, yaz mevsimi ile doruğa çıkarken şair burada “önümde saygı ile eğilen bir yaz/bana göre değil” dizeleri ile çatışmacı yönünü de ortaya koyuyor.  Sonbahar ile başlayan sorunlarla birlikte aşkın bitişi kış ile kitabın içerisinde sürekli tekrar edilerek veriliyor. Devrim Horlu şiirlerinin mekânsal geri planını oluşturan gecekondu da sürekli hareket halindeyken gözlemlediği diğer yaşamlar, Pazar yerleri, rugan ayakkabının sevinci, el arabaları, sürekli boyanan demir kapılar, elektrik direkleri, yoksul köy çocuklarının okula giderken her gün geçmek zorunda kaldığı eski köprü ve en çok da kendi değişmiyor. Bu değişmeme hali iyi yönlü bir sarmal halinde hem yaşadığı yerin insanlarının sınıfsal olarak değişmemesi, bunun sonucu olarak da değişmeyen sokak ve evlerin hali ifade edilirken diğer yönü ile kendi kışında sevgiliyi değişmeden bekleyen ruh halini ifşa ediyor. Şair ayrılık karşısında da kendini ötekileştiriyor “İçimde, babası ölünce, /Annesinin saçlarını örmediği/bir kız çocuğunun kırıklığı” dizelerinde sevgilinin “babasının öldüğü” “annesinin saçlarını örmediği” psikolojik olarak gecekondu ve feodal ahlakın erkeğin omuzlarına bıraktığı korumacı egemen anlayışın izleri sürülebilir. Şair sevgilisinin her şeyi en çok da ailesi, psikolojik olarak babasının yerine geçme isteğini bunu yapamamış olmanın getirdiği duygunun tesiri altında değişmeden beklemeye devam ediyor.
Kitapta şiirler birbirinden bağımsız olarak bir araya toplansa da imgeler, kavramlar, nesneler üzerinden tematik olarak birbirine bağlanıyor. Mekân, mevsimler, dünya, bekleme, taş, rüzgâr, kuş imgelerinin tematik bağlantının durakları olarak bilinçli bir şekilde kurgulandığı ve bu tekrarların kurgunun bir parçası olduğu göze çarpıyor.  Bu kurgunun bir parçası olarak şair kitabın sonuna doğru “çocuk” kimliğine tekrar dönüyor. Hem Çocuk şiirinde “Sen hep talihsizdin/Hep faka bastın çocuk” diyerek beninden sıyrılıp kendini tanrısal bir anlatı ile ortaya koyan şair Kalbimde Bir Diken Kökleniyor şiirinde anneye sesleniyor, Anneye geri dönme isteği psikolojik bir etkendir.  Çocuğun her zaman güvendiği bir yerdir anne kucağı ona tekrar dönme isteği de sahipsizliğin, terk edilmişliğin, kimsesizliğin yarattığı sarsıntı ile sığınacak bir liman arayışının ve oradan tekrar doğmanın istencidir.  “Bir acının üstünü örtmek için örmüştü beni annem”… “sen hep talihsizdin”…”…Tanrının beni bir gece evine giderken/bir köşeye kustuğunu” dizeleri de şairin zihninin geri planında var olan kadere sitem etmenin parçaları, bu çoğu zaman gecekondu yaşantısının da en önemli öğelerinden birisidir.
Devrim Horlu Gölgeler Çürürken’de kendi yaşantısının hem mekânsal hem de izleksel bütünlüğünü tematik olarak yansıtan bir görüntü çiziyor, benzetmeleri ile bunu destekleyip yüzeysel planda verdiği anlamı kurgu ve derin yapının gizlerinde yeniden biçimlendiriyor.
Devrim Horlu- Gölgeler Çürürken- Varlık Yayınları – Ekim 2017

Fatih Akça  / Sican İstasyonu 96 ( Temmuz - Ağustos 2018)


OĞULCAN KÜTÜK’ÜN ECZA KIŞI KİTABINDA‘’SU’’





            OĞULCAN KÜTÜK’ÜN ECZA KIŞI KİTABINDA‘’SU’’


                Su insanoğlunun varoluş kaynaklarından birisidir. Bu nedenle birçok coğrafya ve kültürde su ile ilgili mitlere rastlamak mümkündür. İnsanlığın ortak tarihi ve ortak aklının bir ürünü olarak  üç sembolik anlamı ifade eder. 1- Hayatın Kaynağı, 2- Arınma ve temizlenme aracı, 3- Yenilenme Aracı.   
                Türklerin kültürel anlamda bağlı olduğu Asya toplulukları içinde su “Materia Prima” yani ilk madde olarak adlandırılır, suyun yaşamın ana kaynağı olması farklı coğrafya ve kültürlerde de kendisine yer bulmuş bu günün semavi dinlerinde dahi konu edinmiştir. Türklerin mitolojisinde su kültü önemli bir yer tutar. Göktengri yaşamı ve kâinatı ilk madde olan suyun dibindeki balıkçıktan ve Su İyesi’nin güzelliğinden etkilenerek yaratmıştır.  Göktengri, Erlik Han’a suyun dibine dalmasını ve balçık çıkarmasını söylemiş ve bu balçıktan insan yaparak ona ruh üflemiştir. İnsanın yaratılışını gören Erlik Han balçığın bir kısmını ağzında saklamışsa da Göktengri bunu engellemeye çalışmış ve bu boğuşma sırasında etrafa dağılan balçıktan dağlar ve tepeler oluşmuştur.  Şaman ayinlerinde su çeşitli ritüellerde kullanılmıştır.  Yine Oğuz Kağan destanında ava giden Oğuz Kağan göl ortasında bir ağaç kabuğunda yalnız başına duran güzel bir kadın görüp onunla evlenmesi, ağaç ve su motifinin mitolojideki önemini vurgular. Kaşgarlı Mahmut’un derlediği “-Usukmışka sakıg kamug suj körünür. ‘Susamışa serap, büsbütün su görünür’, Balık suvda, gözü taştın. ‘Balık suda, gözü dışarıdadır” v.b. atasözlerinde su çeşitli biçimlerde kullanılmıştır. Yine Kurgan mezar taşlarında su ibriği motifi genişçe bir yer tutar. Bahaeddin Ögel’in ‘Türk Mitolojisi’ adlı eserinin ikinci cildinde 315-422. sayfalar arasında su ve sular incelenmektedir.

                Eski dilde “Ab” kelimesine karşılık gelen su, Divan şiirimizde methiye aracı olarak oldukça sık kullanılmıştır. Belde Aka, Hayreti’nin Kanunu Sultan Suleyman’a yazdığı Ab redifli kasidesi için şunları söyler “Kasidenin yazılma amacına bağlı olarak methiye bölümünde su, padişahın lütfu, adaleti, cömertliği, gazabı, kadri, makamı gibi pek çok özelliğinden bahsetmek için bir vasıta olarak kullanılmıştır: Padişahın lütfuyla suyun parlak inciye dönüşmesi, onun eşiğine ulaştığı için suyun berrak olması, cömert eliyle saçtığı gümüşlerin yanında bulutun yağdırdığı suların yetersiz kalması gibi doğadaki pek çok unsurla ilişkilendirilerek padişahın övgüsü yapılmıştır.”  Divan şiirimizin önemli şairlerinden Fuzuli’nin Su kasidesinin  birinci beyitinde “Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su/Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su” – (Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. (Ki) Çünkü bu kadar çok tutuşan ateşlere suyun faydası olmaz.”)  Diyerek çektiği aşk acısının gözyaşı ile söndürülemeyeceğini imler, haliyle bu da suyun yukarıda da belirttiğimiz gibi bir arınma, yenilenmeye aracı olması ile ilgili bir duruma işaret eder. İslam felsefesi, Yunan felsefesinden aldığı su, ateş, hava ve toprak varoluşun dört temel elementini ve Anâsır-ı erbaa olarak tanımlanmıştır. Divan şiirimizde su Anâsır-ı erbaanın bir parçası olarak gerek methiyelerde gerekse sevgilinin güzelliğini tasvir etmek için kullanılmıştır.

Su halk edebiyatımızın masal, anlatı ve şiirlerinde de sıklıkla başvurulan kavramlardandır. Köroğlu’nun bir adamı kuş avlamış, onu bir kaynağın sularında yıkarken kuş canlanıvermiş; kanadından damlayan sular bin tane göle dönüşmüştür.  Sepete konularak akan suya bırakılan çocuk anlatısı da suyun koruyucu unsuruna dikkat çeker. Karacaoğlan’ın “Yeşilbaşlı gövel ördek Uçar,/ gider göle karşı./ Eğricesin tel tel etmiş/Döker gider yâre karşı.” Dizelerinde de görüleceği gibi sevgili göl kenarında yabani ördeğe benzetilmiştir.
 Günümüz Türk şiirinde de İlhan Berk, Necip Fazıl, Ziya Osman Sabah, Cahit Sıtkı, Sezai Karakoç gibi birçok şairin şiirinde su çeşitli biçimlerde ve psikanalisttik düzlemde kendisine yer bulmuştur.  
  Oğulcan Kütük’ün Ecza Kışı kitabında da su, nehir, kuyu, yağmur, deniz kelimeleri önemli bir yer tutmakta… Sıklıkla tekrarlanan bu kelimeler kitabın içerisinde mekânsal bir öğe olarak da göze çarpıyor. Kitabın arka kapağı:”Bir su kenarında susup duruyor Oğulcan Kütük. Şarkılar, vedalar, akşam üstleri ve elvedaları düşünüyor”  bunu imlerken aynı zamanda Oğulcan’ın suyun arınma, yenilenme hali ile elvedalardan kurtulma isteğini de açığa çıkarıyor.
Kitabın Ecza Kışı isminin  “Çünkü kısa sustuklarımızın uzun kışından geçip / lanetli bir yılı birlikte yürüdük”…  “şarkılar, vedalar, akşamüstleri ve elvedalar/ bu gezdiğim soğuk sırtlar”… ”Kış başlıyor / Hadi Ekmeğe Uzan / Kuş Doyuracağız” … ”Bu kış, kabuk görmez yara gibi kaldı, bekledi, açıldı,  açılıyor hâlâ içimde” … ”Kış başladı / Başladı yüzümün eczasız kışı / Bir sırla uyumam lazım bu uzun rüyada.”  dizelerinden de anlaşılacağı gibi şair kitap boyunca yaşadığı çağı, içsel durumunu ecza arayan katıksız bir kışa benzetiyor.  Yer yer bu ecza arayışı su ve kavramlarının iyileştirici, arındırıcı, yenileyici etkisi ile buluşurken, suyun katı hali “buz” kış kavramının içinde pek yer almıyor. Kitabın ilk şiirlerinden Kül İsyanından “Denizler gri dalgalanır geceye doğru / Yaylım ateşleri ve sabit kış / Bu dalgalardan soruluyor”  dizelerinin tamamlayıcısı olan “Kimse sebep sormasın diye / Bulutlara bir hüküm astım”  uzak bir bağlantı olarak yer alsa da içsel kışın soğuk, ürkütücü, yalnız hali suya pek sızmıyor.
“Su geldi, oraya sızdı, kuyuya / Kuyularda infilak.”  dizelerinde su her ne kadar kuyunun bileşenlerinden olsa da sızma haliyle kuyunun infilak etmesine sebep oluyor. Çocuk şiirinde geçen bu dizeler “Betonların sıvanmış gözünde duran nadir baharlarından” …               ”Sus olduğumuz sokak bombalandı, /  İnsan durup insanı keserdi ortasından, eti sevdik / Dünya… Bir ucu dışarıda, içerisi kanlı dünya” dizeleri ile birlikte okunursa son dönemde yaşadığımız toplumsal olaylara da bir gönderme niteliği taşıyor. Kitap da çocuk kavramı hem bu şiirde hem de Memleket İltihabı şiirinde “Şu mülteci mahallesi, güzel çocuklar kızlar / Birinin ağzında yüz yılı yakacak zehir var, söyleyemiyor / Biri utanıyor, biri korkmuş, başkası duymuş” dizelerinde toplumsal bir yergiye ulaşıyor. Bu kanlı savaşlar çağının getirdiği yıkım ve yozlaşma ensest ve pedofilinin yaygınlaşması, mültecilik kavramları ile iç içe geçerken şairin çocuk kavramı tüm bu kötücül şeylerin karşısında temiz ve saf olana özlem duyma halinden çok bir çaresizlik olarak göze çarpıyor. Dünyayı yakıp yıkan kapitalist paylaşımın karşısında korunmaya muhtaç olan bizlerin ruh hali bir çocuğunkinden pek de farklı değil. Oğulcan’ın bu yaklaşımının eksik kalan yanı ise içsel kışından çıkıp dışsal –toplumsal kışa dönüp saptamalarını değiştirecek olanaklardan yoksun oluşu. Haliyle bu noktada toplumsal izleklere sahip olsa da Marksist bir açıdan günümüz şairinin insan hassasiyetinin ötesine geçemiyor.  Özellikle sosyalist bloğun yenilgisinin ardından yaşanan tarihsel süreç, küreselleşme ile birlikte hemen hemen herkesin bu tür duyarlılıklar edinmesine sebep oldu. Savaşların asıl sahiplerinin bile sık sık tekrarladığı “barış” “insan hakları” gibi insani değerlerin altı boşaltıldı. Günümüz şairinin toplumsal izleklerinde oldukça geniş bir yer tutsa da bu kavramlar teorik bilincin yoksunluğu ile parlak birer hassasiyet dizesi olmaktan öteye geçemiyor. Bu da şiirin toplumsal işlevinin bu çağda arkasında koca bir boşluk bırakmasına sebep.
Toprağında durduğumuz suyu az odalarda / Altını bellediğimiz memlekette uyuduk”  
İnsan belirli bir coğrafya da belirli bir kültürün içine doğar. Doğduğu toprak parçası, dili, kültürü onun evi aynı zamanda yaşantısını devam ettirdiği yerdir. Şair burada diğer insanlardan ayrılır yaşadığı topraklara duyarlı olsa da şairlerin vatanı bütün yeryüzüdür, şairin memleketi üzerinde insanın, kültürlerin, dillerin olduğu her yerdir. Cengiz Aytmatov’un  “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim ilk olarak yapmaya çalıştığım, kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatmaktır. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaştırmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar “tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.” derken dikkati çektiği konu da buydu. “Altını bellediğimiz memleket”  dizesinde ilk akla gelen memleketin altının oyulduğu olsa da altın kelimesi ile vurgulanan yeraltı madenlerinin çıkarılırken kapitalizmin doğayı hiçe saydığını da imleyen ikinci bir anlam olarak düşünülebilir.
Divan şiirinde su kavramının sevgilinin güzelliğini, ona ulaşamama acısını anlatmak için de kullanıldığını belirtmiştik. “Bana gelince / Çehrene dokundum da su gibi dağıldı ellerim / Susturdum herkesi, eski bir yarıktan sızdım ömrüne / Ben geldim / İki yakan arasındayım artık”  sevgilinin güzelliği karşısında ona dokununca ellerin su gibi dağılıp, yayılarak iki yakası arasında şairi bir denize çevirmiş. Su psikolojik açıdan temiz ve saflığın da simgesi, hayatın ilk maddesi olduğuna göre aşkın ilk hali su olma halidir.  İnsan bu saf ve temiz halde durur, aşkını değiştirip dönüştürür belki onu bir okyanusa çevirir. Fakat bu her zaman mümkün değildir, çünkü aşkın bir ucunda keskin bir biçimle ayrılık kılıcı sallanır. Gün gelir kınından boşalan kılıç şairi de keser “Kıyısında sustuğum o su kenarı benim”  Kendi kenarında insanı susturur ayrılık… “git yeni sesler çıkar insan içinden biraz / Ben soğuttum kalktığım yeri / Tüm taşları sev sen, / Bu kaynayan deniz, benim” e evrilir çoğu zaman aşk.
Ayrılık uzaklıktır aşkın yakın dokunmalarına karşın. “ömürden geçen bu lekeli su / göğün öteki yüzü, denizin beri tarafı. Bir uykuyu büyütüyor bunlar /  Bir uykudan kan çekiyor rüya”  Şairin içsel kışı içindeki en kırılgan dizeler bunlar belki de. Ayrılığın yarattığı ecza kışı sürekli bir uyku haline dönüşme isteği olarak dönmüş şairin içine. Rüya, insan bilincinin uyku haline yansımasıdır. Bilinç sadece hatırladığımız anıları kapsamaz o aslında hatırlamadıklarımızı, yok olup gitmiş sandığımız her şeyi bize tekrar tekrar gösterir. Kimyasal ilaçlar uykuyu getirse de bilincin bize yapacağı oyunları engelleyemez. Bir uykudan kan çeker rüya!
Meydan beklese de olur biraz hem / O, şarkılar eskittiğimiz gün sonlarını / ve suyun geçtiği ağrıyı sakın unutmasın”  Ayrılık her insan için yakıcı bir özelliğe sahiptir kuşkusuz fakat şair için daha zordur çünkü ayrılığın ateşi iyice dövülüp şiire çevirir. Yakıcı bir şiire… İşte su, bahsettiğimiz ağrının üzerinden geçer, bu kabulleniş de buradan gelir.  

‘’Bundan böyle hakikat / sadece o gidip gelmeli günlerimizden kalan suyun fikridir / suyu al, bana da biraz bırak / Sonra süzdür üstünden / gör geriye ne kalır? Bir etle sudan geriye ne kalır?’’  Suyun fikri akmak olsa gerek, akıp gitmek!
Kitap da bir diğer önemli ayrıntı da bölümlerden birisinin adının Tazyik olmasıdır. Sıkıştırıp darlaştırma manasındaki bu kelime; manevi baskı, zorlanma anlamını da taşır. Başka bir deyişle basınçtır. Şairin Tazyik bölümünü basınç olarak ifade etmek istediği aşikâr fakat Tazyik bölümünde bulunan toplam on üç şiir şairin hem içsel kışını hem de dışsal-toplumsal kışının getirdiği tazyik’i niteliyor. Bu bölümde üç şiir; ‘’sonrası’’, ‘’sonrası 2’’ , ‘’sonrası 3’’ şiirleri aralara serpiştirilerek şairin içsel kışının gelişimini, yaşadığı çalkantıları, süreçleri ve araya giren diğer sebepleri de kronolojik bir sıra ile veriyor.  
Sonrası : ‘’büyüttüğün her acımın yerini, kendin kazdın içimde. / Kış geçmiyor, suyumu ver!’’
Sonrası 2: ‘’ çok üşümekten buğuyu buldum ve / bulduğum her şeyi sana gösterip kuruttum.’’
Sonrası 3: ‘’bak, yaza çıkarken çatladı iklim / böyle sönecekmiş bende unuttuğun uzun ışık’’
Tazyik kelimesinin su kelimesi ile akraba olduğunu düşünürüm, haliyle şairin basınç- baskı olarak düşündüğü bu kelimesini psikolojik olarak da suyu işaret ettiği kanısındayım.
        Kitabın son bölümü olan ‘’ Kabuk’’ ise  öfke izleği üzerine kurulmuş beş şiirden oluşuyor. ‘’Son ders’’,  ‘’diploma’’ , ‘’diploma 2’’ , ‘’diploma 3’’, ‘’mezuniyet’’ başlığı altında toplanan şiirler diğer iki bölüme göre daha somut ve salt öfkenin getirdiği dizelere ait kavramlar olarak göze çarpıyor ve bir ithaf ile açılıyor. ’her öğrettiği büyük ve kadim bir ağrı ihtiva eden, o derslerin uzun anlatıcısına...  Bu defa ağlamadan.’’
‘’Ayrılığı bir mezun olma halinde inceleyen ve sıralayan şair, bu bölümün şiirlerinde yer yer öğretmenine seslenen bir öğrenci gibi sesleniyor sevgilisine; ‘’Boğaz kaç boğumdur hocam, bakın bir bunu öğretmediniz’’  (Son Ders, syf: 45)
‘’kritik bir ağırlıktı uyuduğumuz uyku / hala akıyor birlikte yıkandığımız su’’  (Diploma 3 syf:49)
     Şairin ilk kitabının şairlik kumaşını gösterdiği yaygın olarak bilinen bir gerçektir. Ben aynı zamanda ilk kitabın şairin gelecekteki şiir evreninin anahtarı olduğunu düşünürüm. Bu nedenle su, çocuk ve et kelimelerinin Oğulcan’ın gelecekteki şiirlerinde de değişip dönüşerek yer alacağını düşünüyorum.



Fatih AKÇA

Akatalpa - Nisan 2018