OĞULCAN KÜTÜK’ÜN ECZA KIŞI KİTABINDA‘’SU’’





            OĞULCAN KÜTÜK’ÜN ECZA KIŞI KİTABINDA‘’SU’’


                Su insanoğlunun varoluş kaynaklarından birisidir. Bu nedenle birçok coğrafya ve kültürde su ile ilgili mitlere rastlamak mümkündür. İnsanlığın ortak tarihi ve ortak aklının bir ürünü olarak  üç sembolik anlamı ifade eder. 1- Hayatın Kaynağı, 2- Arınma ve temizlenme aracı, 3- Yenilenme Aracı.   
                Türklerin kültürel anlamda bağlı olduğu Asya toplulukları içinde su “Materia Prima” yani ilk madde olarak adlandırılır, suyun yaşamın ana kaynağı olması farklı coğrafya ve kültürlerde de kendisine yer bulmuş bu günün semavi dinlerinde dahi konu edinmiştir. Türklerin mitolojisinde su kültü önemli bir yer tutar. Göktengri yaşamı ve kâinatı ilk madde olan suyun dibindeki balıkçıktan ve Su İyesi’nin güzelliğinden etkilenerek yaratmıştır.  Göktengri, Erlik Han’a suyun dibine dalmasını ve balçık çıkarmasını söylemiş ve bu balçıktan insan yaparak ona ruh üflemiştir. İnsanın yaratılışını gören Erlik Han balçığın bir kısmını ağzında saklamışsa da Göktengri bunu engellemeye çalışmış ve bu boğuşma sırasında etrafa dağılan balçıktan dağlar ve tepeler oluşmuştur.  Şaman ayinlerinde su çeşitli ritüellerde kullanılmıştır.  Yine Oğuz Kağan destanında ava giden Oğuz Kağan göl ortasında bir ağaç kabuğunda yalnız başına duran güzel bir kadın görüp onunla evlenmesi, ağaç ve su motifinin mitolojideki önemini vurgular. Kaşgarlı Mahmut’un derlediği “-Usukmışka sakıg kamug suj körünür. ‘Susamışa serap, büsbütün su görünür’, Balık suvda, gözü taştın. ‘Balık suda, gözü dışarıdadır” v.b. atasözlerinde su çeşitli biçimlerde kullanılmıştır. Yine Kurgan mezar taşlarında su ibriği motifi genişçe bir yer tutar. Bahaeddin Ögel’in ‘Türk Mitolojisi’ adlı eserinin ikinci cildinde 315-422. sayfalar arasında su ve sular incelenmektedir.

                Eski dilde “Ab” kelimesine karşılık gelen su, Divan şiirimizde methiye aracı olarak oldukça sık kullanılmıştır. Belde Aka, Hayreti’nin Kanunu Sultan Suleyman’a yazdığı Ab redifli kasidesi için şunları söyler “Kasidenin yazılma amacına bağlı olarak methiye bölümünde su, padişahın lütfu, adaleti, cömertliği, gazabı, kadri, makamı gibi pek çok özelliğinden bahsetmek için bir vasıta olarak kullanılmıştır: Padişahın lütfuyla suyun parlak inciye dönüşmesi, onun eşiğine ulaştığı için suyun berrak olması, cömert eliyle saçtığı gümüşlerin yanında bulutun yağdırdığı suların yetersiz kalması gibi doğadaki pek çok unsurla ilişkilendirilerek padişahın övgüsü yapılmıştır.”  Divan şiirimizin önemli şairlerinden Fuzuli’nin Su kasidesinin  birinci beyitinde “Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su/Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su” – (Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. (Ki) Çünkü bu kadar çok tutuşan ateşlere suyun faydası olmaz.”)  Diyerek çektiği aşk acısının gözyaşı ile söndürülemeyeceğini imler, haliyle bu da suyun yukarıda da belirttiğimiz gibi bir arınma, yenilenmeye aracı olması ile ilgili bir duruma işaret eder. İslam felsefesi, Yunan felsefesinden aldığı su, ateş, hava ve toprak varoluşun dört temel elementini ve Anâsır-ı erbaa olarak tanımlanmıştır. Divan şiirimizde su Anâsır-ı erbaanın bir parçası olarak gerek methiyelerde gerekse sevgilinin güzelliğini tasvir etmek için kullanılmıştır.

Su halk edebiyatımızın masal, anlatı ve şiirlerinde de sıklıkla başvurulan kavramlardandır. Köroğlu’nun bir adamı kuş avlamış, onu bir kaynağın sularında yıkarken kuş canlanıvermiş; kanadından damlayan sular bin tane göle dönüşmüştür.  Sepete konularak akan suya bırakılan çocuk anlatısı da suyun koruyucu unsuruna dikkat çeker. Karacaoğlan’ın “Yeşilbaşlı gövel ördek Uçar,/ gider göle karşı./ Eğricesin tel tel etmiş/Döker gider yâre karşı.” Dizelerinde de görüleceği gibi sevgili göl kenarında yabani ördeğe benzetilmiştir.
 Günümüz Türk şiirinde de İlhan Berk, Necip Fazıl, Ziya Osman Sabah, Cahit Sıtkı, Sezai Karakoç gibi birçok şairin şiirinde su çeşitli biçimlerde ve psikanalisttik düzlemde kendisine yer bulmuştur.  
  Oğulcan Kütük’ün Ecza Kışı kitabında da su, nehir, kuyu, yağmur, deniz kelimeleri önemli bir yer tutmakta… Sıklıkla tekrarlanan bu kelimeler kitabın içerisinde mekânsal bir öğe olarak da göze çarpıyor. Kitabın arka kapağı:”Bir su kenarında susup duruyor Oğulcan Kütük. Şarkılar, vedalar, akşam üstleri ve elvedaları düşünüyor”  bunu imlerken aynı zamanda Oğulcan’ın suyun arınma, yenilenme hali ile elvedalardan kurtulma isteğini de açığa çıkarıyor.
Kitabın Ecza Kışı isminin  “Çünkü kısa sustuklarımızın uzun kışından geçip / lanetli bir yılı birlikte yürüdük”…  “şarkılar, vedalar, akşamüstleri ve elvedalar/ bu gezdiğim soğuk sırtlar”… ”Kış başlıyor / Hadi Ekmeğe Uzan / Kuş Doyuracağız” … ”Bu kış, kabuk görmez yara gibi kaldı, bekledi, açıldı,  açılıyor hâlâ içimde” … ”Kış başladı / Başladı yüzümün eczasız kışı / Bir sırla uyumam lazım bu uzun rüyada.”  dizelerinden de anlaşılacağı gibi şair kitap boyunca yaşadığı çağı, içsel durumunu ecza arayan katıksız bir kışa benzetiyor.  Yer yer bu ecza arayışı su ve kavramlarının iyileştirici, arındırıcı, yenileyici etkisi ile buluşurken, suyun katı hali “buz” kış kavramının içinde pek yer almıyor. Kitabın ilk şiirlerinden Kül İsyanından “Denizler gri dalgalanır geceye doğru / Yaylım ateşleri ve sabit kış / Bu dalgalardan soruluyor”  dizelerinin tamamlayıcısı olan “Kimse sebep sormasın diye / Bulutlara bir hüküm astım”  uzak bir bağlantı olarak yer alsa da içsel kışın soğuk, ürkütücü, yalnız hali suya pek sızmıyor.
“Su geldi, oraya sızdı, kuyuya / Kuyularda infilak.”  dizelerinde su her ne kadar kuyunun bileşenlerinden olsa da sızma haliyle kuyunun infilak etmesine sebep oluyor. Çocuk şiirinde geçen bu dizeler “Betonların sıvanmış gözünde duran nadir baharlarından” …               ”Sus olduğumuz sokak bombalandı, /  İnsan durup insanı keserdi ortasından, eti sevdik / Dünya… Bir ucu dışarıda, içerisi kanlı dünya” dizeleri ile birlikte okunursa son dönemde yaşadığımız toplumsal olaylara da bir gönderme niteliği taşıyor. Kitap da çocuk kavramı hem bu şiirde hem de Memleket İltihabı şiirinde “Şu mülteci mahallesi, güzel çocuklar kızlar / Birinin ağzında yüz yılı yakacak zehir var, söyleyemiyor / Biri utanıyor, biri korkmuş, başkası duymuş” dizelerinde toplumsal bir yergiye ulaşıyor. Bu kanlı savaşlar çağının getirdiği yıkım ve yozlaşma ensest ve pedofilinin yaygınlaşması, mültecilik kavramları ile iç içe geçerken şairin çocuk kavramı tüm bu kötücül şeylerin karşısında temiz ve saf olana özlem duyma halinden çok bir çaresizlik olarak göze çarpıyor. Dünyayı yakıp yıkan kapitalist paylaşımın karşısında korunmaya muhtaç olan bizlerin ruh hali bir çocuğunkinden pek de farklı değil. Oğulcan’ın bu yaklaşımının eksik kalan yanı ise içsel kışından çıkıp dışsal –toplumsal kışa dönüp saptamalarını değiştirecek olanaklardan yoksun oluşu. Haliyle bu noktada toplumsal izleklere sahip olsa da Marksist bir açıdan günümüz şairinin insan hassasiyetinin ötesine geçemiyor.  Özellikle sosyalist bloğun yenilgisinin ardından yaşanan tarihsel süreç, küreselleşme ile birlikte hemen hemen herkesin bu tür duyarlılıklar edinmesine sebep oldu. Savaşların asıl sahiplerinin bile sık sık tekrarladığı “barış” “insan hakları” gibi insani değerlerin altı boşaltıldı. Günümüz şairinin toplumsal izleklerinde oldukça geniş bir yer tutsa da bu kavramlar teorik bilincin yoksunluğu ile parlak birer hassasiyet dizesi olmaktan öteye geçemiyor. Bu da şiirin toplumsal işlevinin bu çağda arkasında koca bir boşluk bırakmasına sebep.
Toprağında durduğumuz suyu az odalarda / Altını bellediğimiz memlekette uyuduk”  
İnsan belirli bir coğrafya da belirli bir kültürün içine doğar. Doğduğu toprak parçası, dili, kültürü onun evi aynı zamanda yaşantısını devam ettirdiği yerdir. Şair burada diğer insanlardan ayrılır yaşadığı topraklara duyarlı olsa da şairlerin vatanı bütün yeryüzüdür, şairin memleketi üzerinde insanın, kültürlerin, dillerin olduğu her yerdir. Cengiz Aytmatov’un  “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim ilk olarak yapmaya çalıştığım, kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatmaktır. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaştırmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar “tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.” derken dikkati çektiği konu da buydu. “Altını bellediğimiz memleket”  dizesinde ilk akla gelen memleketin altının oyulduğu olsa da altın kelimesi ile vurgulanan yeraltı madenlerinin çıkarılırken kapitalizmin doğayı hiçe saydığını da imleyen ikinci bir anlam olarak düşünülebilir.
Divan şiirinde su kavramının sevgilinin güzelliğini, ona ulaşamama acısını anlatmak için de kullanıldığını belirtmiştik. “Bana gelince / Çehrene dokundum da su gibi dağıldı ellerim / Susturdum herkesi, eski bir yarıktan sızdım ömrüne / Ben geldim / İki yakan arasındayım artık”  sevgilinin güzelliği karşısında ona dokununca ellerin su gibi dağılıp, yayılarak iki yakası arasında şairi bir denize çevirmiş. Su psikolojik açıdan temiz ve saflığın da simgesi, hayatın ilk maddesi olduğuna göre aşkın ilk hali su olma halidir.  İnsan bu saf ve temiz halde durur, aşkını değiştirip dönüştürür belki onu bir okyanusa çevirir. Fakat bu her zaman mümkün değildir, çünkü aşkın bir ucunda keskin bir biçimle ayrılık kılıcı sallanır. Gün gelir kınından boşalan kılıç şairi de keser “Kıyısında sustuğum o su kenarı benim”  Kendi kenarında insanı susturur ayrılık… “git yeni sesler çıkar insan içinden biraz / Ben soğuttum kalktığım yeri / Tüm taşları sev sen, / Bu kaynayan deniz, benim” e evrilir çoğu zaman aşk.
Ayrılık uzaklıktır aşkın yakın dokunmalarına karşın. “ömürden geçen bu lekeli su / göğün öteki yüzü, denizin beri tarafı. Bir uykuyu büyütüyor bunlar /  Bir uykudan kan çekiyor rüya”  Şairin içsel kışı içindeki en kırılgan dizeler bunlar belki de. Ayrılığın yarattığı ecza kışı sürekli bir uyku haline dönüşme isteği olarak dönmüş şairin içine. Rüya, insan bilincinin uyku haline yansımasıdır. Bilinç sadece hatırladığımız anıları kapsamaz o aslında hatırlamadıklarımızı, yok olup gitmiş sandığımız her şeyi bize tekrar tekrar gösterir. Kimyasal ilaçlar uykuyu getirse de bilincin bize yapacağı oyunları engelleyemez. Bir uykudan kan çeker rüya!
Meydan beklese de olur biraz hem / O, şarkılar eskittiğimiz gün sonlarını / ve suyun geçtiği ağrıyı sakın unutmasın”  Ayrılık her insan için yakıcı bir özelliğe sahiptir kuşkusuz fakat şair için daha zordur çünkü ayrılığın ateşi iyice dövülüp şiire çevirir. Yakıcı bir şiire… İşte su, bahsettiğimiz ağrının üzerinden geçer, bu kabulleniş de buradan gelir.  

‘’Bundan böyle hakikat / sadece o gidip gelmeli günlerimizden kalan suyun fikridir / suyu al, bana da biraz bırak / Sonra süzdür üstünden / gör geriye ne kalır? Bir etle sudan geriye ne kalır?’’  Suyun fikri akmak olsa gerek, akıp gitmek!
Kitap da bir diğer önemli ayrıntı da bölümlerden birisinin adının Tazyik olmasıdır. Sıkıştırıp darlaştırma manasındaki bu kelime; manevi baskı, zorlanma anlamını da taşır. Başka bir deyişle basınçtır. Şairin Tazyik bölümünü basınç olarak ifade etmek istediği aşikâr fakat Tazyik bölümünde bulunan toplam on üç şiir şairin hem içsel kışını hem de dışsal-toplumsal kışının getirdiği tazyik’i niteliyor. Bu bölümde üç şiir; ‘’sonrası’’, ‘’sonrası 2’’ , ‘’sonrası 3’’ şiirleri aralara serpiştirilerek şairin içsel kışının gelişimini, yaşadığı çalkantıları, süreçleri ve araya giren diğer sebepleri de kronolojik bir sıra ile veriyor.  
Sonrası : ‘’büyüttüğün her acımın yerini, kendin kazdın içimde. / Kış geçmiyor, suyumu ver!’’
Sonrası 2: ‘’ çok üşümekten buğuyu buldum ve / bulduğum her şeyi sana gösterip kuruttum.’’
Sonrası 3: ‘’bak, yaza çıkarken çatladı iklim / böyle sönecekmiş bende unuttuğun uzun ışık’’
Tazyik kelimesinin su kelimesi ile akraba olduğunu düşünürüm, haliyle şairin basınç- baskı olarak düşündüğü bu kelimesini psikolojik olarak da suyu işaret ettiği kanısındayım.
        Kitabın son bölümü olan ‘’ Kabuk’’ ise  öfke izleği üzerine kurulmuş beş şiirden oluşuyor. ‘’Son ders’’,  ‘’diploma’’ , ‘’diploma 2’’ , ‘’diploma 3’’, ‘’mezuniyet’’ başlığı altında toplanan şiirler diğer iki bölüme göre daha somut ve salt öfkenin getirdiği dizelere ait kavramlar olarak göze çarpıyor ve bir ithaf ile açılıyor. ’her öğrettiği büyük ve kadim bir ağrı ihtiva eden, o derslerin uzun anlatıcısına...  Bu defa ağlamadan.’’
‘’Ayrılığı bir mezun olma halinde inceleyen ve sıralayan şair, bu bölümün şiirlerinde yer yer öğretmenine seslenen bir öğrenci gibi sesleniyor sevgilisine; ‘’Boğaz kaç boğumdur hocam, bakın bir bunu öğretmediniz’’  (Son Ders, syf: 45)
‘’kritik bir ağırlıktı uyuduğumuz uyku / hala akıyor birlikte yıkandığımız su’’  (Diploma 3 syf:49)
     Şairin ilk kitabının şairlik kumaşını gösterdiği yaygın olarak bilinen bir gerçektir. Ben aynı zamanda ilk kitabın şairin gelecekteki şiir evreninin anahtarı olduğunu düşünürüm. Bu nedenle su, çocuk ve et kelimelerinin Oğulcan’ın gelecekteki şiirlerinde de değişip dönüşerek yer alacağını düşünüyorum.



Fatih AKÇA

Akatalpa - Nisan 2018